Türkiye’nin ‘11 Eylül’ü
Yazım hazırdı. Gerekli bilgileri toplamıştım. Keyifli bir yazı olacağını düşünüyordum. İçinde benim de yeni öğrendiğim şeyler olacaktı. Diyecektim ki, Nobel Kimya Ödülü’ne layık görülen Aziz Sancar hocamız, bu topraklara ikinci değil üçüncü Nobel’i kazandırmıştır.
Bize bu gururu yaşattığı için ona hepimiz adına şükranlarımızı sunacaktım. Kendisine, “Arap mısınız, kısmen mi Türk’sünüz?” diye etnik kimliğini soran muhabirin saygısızlık ettiğini belirtikten sonra “BBC’ye söyledim, Arapça konuşmuyorum, Kürtçe konuşmuyorum, ben Türk’üm” deyişini ve aslında buradan yola çıkarak Türkiyelilik vurgusu yaptığını anlatacaktım.
Onun Türkiye’de ilkokuldan üniversiteye kadar iyi bir eğitim aldığını söylemesini ve bu eğitim nedeniyle bilim insanı olmaya karar verişini vurgulayacaktım. Ama neden ülkemizde değil de Amerika’daki bir üniversitede olduğu konusuna biraz değinerek. Ve buna rağmen Türkiye’ye minnetini sunuşundan bahsedecektim. Özellikle kız çocuklarının okutulmasına yaptığı vurguyu hatırlatacaktım.
Sonra Yorgo Seferis’ten bahsedecektim. İzmir Urla doğumlu büyük şairden… 1914 yılında doğduğu toprakları terk etmek zorunda kalışından ve mübadelenin ardından bütün ailesinin Yunanistan’a yerleşmesinden… 1950’ye kadar memleketi İzmir’e dönemeyişinin ve anavatanını terke etme duygusunun şiirini etkileyen en önemli unsur oluşundan… 1963 yılında, 63 yaşındayken aldığı Nobel Edebiyat Ödülü’nün bu toprakların kazandığı ilk Nobel oluşundan ve onun İzmirli bir Rum olarak en az Aziz Sancar kadar Türkiyeli sayılması gerektiğinden…
Bu sebeple Orhan Pamuk’un Türkiye’ye ilk değil ikinci Nobel’i kazandırdığını vurguladıktan sonra Belaruslu yazar ve araştırmacı gazeteci Svetlana Alexievich’e getirecektim sözü. O da bir Nobel’liydi çünkü. Bu yılki Edebiyat Ödülü ona verilmişti. Belki ondan yola çıkarak edebiyattan, şiirden ve kitaplardan bahsedecektim. Sanatın da bilim gibi insanı ve insanlığı yüceltme gücünden… Her ikisinin daima gerçeğin peşinde oluşundan ve bilimle sanata inanan toplumların er geç gerçeğin özgürleştirici gücüne kavuşacaklarından…
Bilgisayarımı açtım. Yazıma başlamadan önce son bir kez gündeme göz gezdirmeyi düşünüyordum. Daha okuduğum ilk satırların ardından dünya başıma yıkıldı. Sanki kötü bir şey yapıyormuşum gibi yazmayı planladıklarımdan utandım. Nobel’in falan en ufak bir önemi yoktu artık. Hatta şimdi Alfred Nobel’in de parmağı olduğunu düşündüğümü hatırlıyorum Ankara’daki patlama haberlerini okuduktan sonra. Değil mi ki kendisi TNT’nin (dinamit) mucidiydi, o da o bombaları patlatanlar kadar suçluydu.
Bugün artık olayı iki canlı bombanın yaptığını, bombayı patlatanların büyük ihtimalle IŞİD’le bağlantılı olduğunu ve içinde misket bulunan bombaları patlattıklarını biliyoruz. Peki, hayatını kaybedenler kimler, bunu biliyor muyuz? Şu sebeple soruyorum: Hâlâ vicdandan ve insanlıktan nasibini alamamış birileri Ankara’da barış için yürüyen insanların terörist olduklarından bahsediyor.
Yürüyüşün adı Emek, Barış, Demokrasi Mitingi’ydi ve DİSK (Devrimci İşçi Sendikaları Konfederesyonu), KESK (Kamu Emekçileri Sendikaları Konfederasyonu), TMMOB (Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği) ve TTB (Türk Tabipler Birliği)’nin öncülüğünde sivil toplum örgütleri ve siyasi partiler de yürüyüşe katılıyordu.
Yürüyüş için gerekli yasal bütün izinler alınmıştı. Tüm Türkiye’den bu kuruluşlara, partilere ve sivil toplum örgütlerine üye öğretmenler, mimarlar, mühendisler, doktorlar, sağlık çalışanları, demiryolu işçileri, inşaat işçileri, öğrenciler ve onların aileleri, yakınları ve çocukları oradaydı. Yani, Türkiye oradaydı. Yani onlar teröristse, bütün Türkiye teröristti.
Peki kimler öldü? Sen öldün, ben öldüm, biz öldük. Dokuz yaşındaki çocuk öldü. Onun annesi babası öldü. Abisi, ablası, dedesi, ninesi öldü. Türkiye öldü. Kimlerin ölmediğiniyse hepimiz biliyoruz.
Ölmediği için mi sırıtıyordu sizce o bakan? Hayır, içişleri bakanına sorulan istifa sorusuna sırıtıyordu. Çünkü ona göre komik bir soruydu bu. Çünkü Soma’da 301, Ermenek’te 18, Reyhanlı’da 54, Uludere’de 34 ve Suruç’ta 33 kişi öldüğünde de kimse istifa etmemişti. Çünkü o, Şam’da Emevi Camii’nde namaz kılmayı planlayanların soyundandı. Çünkü o, bilim ve sanattan ziyade “Bir Müslüman ölü yıkamayı bilmeli, yoksa ölülerimiz ortada kalır.” diyenlerin mezhebindendi.
Peki ortada mı kalacak ölülerimiz? Ölülerimizi her ölümden sonra sırtlan gibi sırıtan kalpsizlerin eline mi bırakacağız? Bu memlekette artık bir cenaze namazı daha kılınacaksa bunun Türkiye’yi Ortadoğu’ya çevirenler için kılınması gerekmiyor mu? Öyleyse buyurun cenaze namazına. 1 Kasım, bütün bu karanlığı ve onun sorumlularını sandığa gömdüğünüz tarih olsun. Ölülerimizin yüzü suyu hürmetine.
YORUMLAR