12 Eylül çocukları

İki ablam ve ağabeyim okula gidince ben annemle evde yalnız kalırdım. TRT tek radyo kanalıydı. Nefes almadan Okul Saati’ni dinlerken bir gün ben de ortaokula, liseye gitme hayalleri kurardım. Ama daha ilkokula bile gitmiyordum.


Annem çalı süpürgesiyle evi süpürdükten sonra yemek yapmaya koyulurdu. Bazen dolapları açar, defterlerin kitapların sayfalarını seri biçimde çevirir, çizgili dosya kâğıtlarını iyice gözüne yaklaştırıp okumaya çalışırdı. Esas amacı, varsa bildiri yakalamaktı ama arada şiirleri de kaçırmazdı. Çünkü annem duygusal mevzulardan hiç hoşlanmazdı. Hâlâ merak ederim, acaba ablamın bir defterindeki “Çektiğim çilenin hesabı yoktur” alıntısını okumuş mudur. “O yaştaki kızın ne çilesi olur ki?” diye düşünmüş müdür. Kendi namına bir hesap çıkarmış mıdır.


Gerçi o günlerde annemin böyle dertleri olamazdı. Çünkü çocukları yirmi beş yaşındaki sınıf arkadaşlarına uyup anarşist olacaklar diye üç buçuk atmaktaydı. Bazen bir uğultu gelirdi dışarıdan, o önde ben arkada balkona koşardık. Aralarında ablamlarla ağabeyimin de bulunduğuna şüphe olmayan liseli topluluğu slogan atarak yürürdü. O yürüyüşün nerede biteceği ya da dağıtılacağı belli olmazdı. Yakalarına iğnelenmiş bir siyah-beyaz fotoğraf taşıyan evlatlar kapıda belirince annem rahatlardı.


Bıyıklarını iki yandan yere sarkıtanlarla yeşil parkalıların birbirini vurduğu günlerdi. Türkiye’de ortalama insan ömrünü kıyafet seçimiyle saç sakal kesimi belirlerdi desem çok da abartmış olmam.


Ağabeyimle büyük ablama hocalarının okumayı şart koştuğu bazı kitaplar büyük sıkıntı yaşatırdı. Okumasalar sınıfta kalacaklar, üstlerinde yakalansalar içeri alınacaklar. Kitaplar sorulur soruşturulur, mesela Erenköy’deki solcu tanışlardan bulunur, gazeteden yapılmış kese kağıdındaki meyvelerin arasına yerleştirilirdi. Çünkü binilen banliyö treninde inzibatlar vagonlara girer, tüfeklerini sağa sola çarpa çarpa çantaları ararlardı. Sakıncalı bir şey görürlerse çantaları sahipleriyle birlikte alıp götürürlerdi. Götürülen bu kişilerin adları genellikle akşam haberlerinde yasadışı örgüt üyesi olarak okunurdu ve tek parça dönmeme ihtimalleri yüksekti.


Okula başlamadan okuyup yazmaya heves ettiğim için alfabeyi, heceleri biraz öğrenmiştim. Ama gördüğüm her şeyi hemen okumaya çalışmam sorun olurdu. Kan gölünde yatan ceset görmekten korktuğum için gazetelere arada bir bakardım. “Nihat Erim katledildi” manşetini evde okumam mesele değildi. Ama yolda duvarlarda gördüğüm yazıları hecelerken –mesela “Yaşasın devrim”– annem beni susturur, ablamların okulunda pencere pervazlarına kazınmış ÜGD, MSP gibi kısaltmaları harfleri uzata uzata okurken ağzımı kapatırdı.


İşte bizim nesil susmayı öğrenerek büyüdü. O zamanlar susmak kendini korumak, canını kurtarmak demekti. Şimdi susamıyorsak, susarak canımızı koruyamadığımızı öğrendiğimiz içindir.


12 Eylül benim için dükkânı önünde duran esnafı çavuşun tekinin tokatlayıp içeri itmesidir. Gecenin bir yarısı dipçiklenen kapının korkuyla açılması, gözleriyle etrafı tarayan askerin içeride bir numara olmadığına kanaat getirip çekip gitmesidir. Kulplu siyah teyplerde gizli gizli çalan Orhan Gencebay’dır, Cem Karaca’dır. Evin duvarına nal gibi asılan Kenan Evren ve silah arkadaşlarıdır.


İşte bizim kuşağın asker aşkı da nefreti de aynı kaynaktan, 12 Eylül’den beslenir. Bu durum bizden sonrakilere de sirayet etmiştir.


İlk fertleri bizden en az beş-on sene sonra doğmuş kuşak kısmen şanslı sayılır. Üzerlerine su püskürten araçlara su tabancasıyla karşılık verdilerse, gaz kapsülleriyle dans ettilerse üstlerinden 12 Eylül geçmediği içindir. Sokakta adam avlandığına şahit olmadıklarındandır, pusuya düşürülmediklerindendir. Suçun icat edilebilir, hukukun uydurulabilir bir şey olduğunu bilmediklerindendir.


Keşke hiç öğrenmeseler.


YORUMLAR

Yorum kurallarını okumak için tıklayınız!

İnternet sitemizde kullanılan çerezlerle ilgili bilgi almak ve tercihlerinizi yönetmek için Çerez Politikası, daha fazla bilgi için Aydınlatma Metni sayfalarını ziyaret edebilirsiniz. Sitemizi kullanarak çerezleri kullanmamızı kabul edersiniz.