Geldi yine tipini …
Bu yaz çılgın Türkler en çok da göç eden leylekleri kıskandı. Uzak yerlere gitmek istediler, daha medeni memleketlere. Mis gibi sokaklarda bedava umumi tuvaletlerin kendini kaynar suyla dezenfekte ettiği, kalabalıklaşan metroda kapının dibinde oturanların yer açmak için rızalarıyla ayağa kalktığı, bilmemkaçıncı yüzyıldan kalma tiyatro sahnelerinde operalar izleyebilecekleri Avrupa kentlerinde yaşamanın hayalini kurdular.
Bu şehirlerde taciz edilmeden mini eteklerini giyebilir, altından nehir akan köprülerin üzerinde öpüşebilir, kaldırım üstüne atılmış masalarda tasasızca kadeh kaldırabilirlerdi. Çocukları burada ödedikleri paralara oralarda daha iyi okullarda daha iyi eğitim alırdı. Kendilerine hiç de benzemeyen kültürsüz, çirkin, pis kokan insanlardan uzakta mutlu mesut bir hayat kurarlardı. Kuzeye sıçraması an meselesi güneydeki savaştan da uzaklaşmış olurlardı hem.
İnsanın kendisini ve ailesini güvende hissedebileceği bir yerde yaşamak istemesinden doğal ne olabilir? Elbet şu kısacık hayatta herkes daha iyi bir hayat sürmek, en azından standartlarını düşürmeden yaşamak ister.
Evet ama bu hikâyede doğal olmayan, huzursuz edici, biraz da gülünç bir şeyler var.
İnsan yaşadığı semti, kenti, ülkeyi sadece kendine benzettiği “birinci sınıflara” ait sayarken, tamamen başkalarına ait yerlerde ikinci sınıf sayılmadan yaşama hayalini nasıl kurar ki? Kendine benzemeyenlere tahammül edemezken, hiç benzemediği insanların yaşadığı yerlerde kabul göreceğine nasıl inanır ki?
Başka bir ülkeye yerleşmek, o ülkeyi turist olarak gezmeye benzer mi? Ömrünün kalan kısmını başka bir ülkede geçirmek, o ülkenin otellerinde birkaç hafta geçirmekle bir olabilir mi?
Ülkesine, kentine, semtine yerleşme hayali kurduğu kimsenin gözünden bakabilmeli insan kendine. “Acaba beni nasıl görüyor?” diyebilmeli.
Acaba bir Avrupalı bir çılgın Türk’ü nasıl tanımlar?
Metroların otobüslerin yoldan çıkmasının normal karşılandığı, hepi topu beş dakika süren şiddetli rüzgârda hastane iskelelerinin uçtuğu, on dakika yağmurdan sonra evleri kanalizasyon suyunun bastığı, turistlerin tecavüze uğradığı, çocukların rögara düşüp boğulduğu ama Boğaz’ıyla kebabı bir de kahvesiyle lokumu güzel ülkenin yazık insanı.
Gerçekler genellikle acıtır.
Bu yüzden ufak tefek kişisel mevzuları görmezden gelmek insan sağlığı için yararlıdır. Oğlunun banyoda unuttuğu porno dergiyi, babanın burnunu karıştırdığını, sevgilinin gömleğindeki lekeyi, kızının boynundaki çürüğü görmezden gelerek daha geniş biri olursun, kalbin yorulmaz, ömrün uzar. Ama insanları görmezden gelmek sağlığa zararlıdır, unutkanlık yapar, körlüğe yol açar. Kim olduğunu hatırlayamaz, aynaya bakınca aslan gören kedi gibi farklı bir "cins" olduğunu sanırsın.
Çılgın Türkler Avrupalarda yaşamaya hazır da Avrupalar onlara hazır mı?
Savaştan kaçan Suriyeli’nin sana göründüğünden çok da farklı görünmeyebilirsin Avrupalı'ya. Sokakta çöpten beslenen Ortadoğulu'yla AVM’den alışveriş eden nasıl birse senin için, kimi Avrupalı için de kırk yıl evvel fabrikasına alırken çırılçıplak soyup kontrol ettiği Türk ile ilim irfan yutmuş sen arasında büyük bir fark olmayabilir.
Daha iyi bir yaşam hayali kurmaya “herkesin” hakkı vardır. Ama kimsenin kimseyi “ikinci sınıf” görme hakkı yoktur. Aklınla öğrenmeye direnirsen, hayat bunu sana zorla öğretir.
Gidersin mesela yerleşirsin çok uzaklara, benzemediğin ama tiplerini sevdiğin topluluktan biriymişsin gibi davranmaya çalışırsın, belki de bütün samimiyetinle onlardan biri gibi hissedersin. Ama bir gün girersin bir kapıdan içeri, biri eğilip yanındakine bir şeyler fısıldar.
İşte bu fısıltının Türkçe meali şu olabilir:
Geldi yine tipini …
Karikatür: Yiğit Özgür
YORUMLAR