Müsait misin?
Bazen kendimize haksızlık ediyoruz. Konu komşuya selam vermek istememizin, asansörde otoparkta zoraki tebessüm edip başımızı önümüze eğmemizin hep sebebi var. Alanımızı korumak istiyoruz. İçten selam verirsek kapı zili günde beş kere çalar diye, ikide bir karşı komşu bizden bir şey ister diye, hakkımızda anlattığımızdan fazlasını bilmeyeçalışır diye, ayaklarımızı uzatıp biraz rahat edeceğimiz akşamlar çaya, kahveye diye gelir de gitmez diye korkuyoruz. Biraz yakınlık gösterirsek çizdiğimiz sınırı geçmesinden, o yakınlık içinde mecburiyetlere gark olmaktan endişe ediyoruz.
Gerçek şu ki, bizler aile akraba içi ilişkilerden yorulmuş, bıkmış, biz olacağız diye ben olması engellenmiş, kendi seçimlerini yapamamış, isteklerini bastırmak zorunda kalmış, özel hayatı olamamış insanlarız. Bu yüzden sefertasına benzeyen binalarda, balkonlar dahil seksen doksan metrekarelik evlerde bulduğumuz bir parça özgürlüğü, huzuru muhafaza etmek istiyoruz. Kimse hayatımıza dahil olmaya çalışmasın, giderek müdahil hale gelmesin, yeniden biz olmak zorunda kalmayalım, bulduğumuz beni kaybetmeyelim istiyoruz. Komşulardan yeni anneler babalar, kardeşler, kuzenler yani yeni bir aile, sülale yaratmak istemiyoruz.
Bence dünyanın benimsediği, kullandığı ve işte içinde en fazla selamlaştığı beton sefertaslarıyla bizim ilişkimiz bu yüzden biraz farklı.
Her şeyden önce evden adımımızı dışarı attığımızda, evimize girerken başımızı birine çevirmek, bakışlarımızı yere devirmek bizi huzursuz ediyor, gereksiz yere geriliyoruz. Evimizi kapsayan alanda bu gerilim hiç de ihtiyacımız olmayan şey. Bu gerilim iki nedenden bence. Birincisi sınırımızdan o an biri atlar kaygısından, ikincisi aslında yanlış yaptığımızı düşündüğümüzden.
Çocukluğu bahçede, toplasan günde beş tane arabanın geçtiği sokakta top oynayarak, seksek atlayarak geçmiş, arkadaşların anneleri olan komşuların hazırladığı sofralara oturmuş kimseler olarak, biz aslında komşuluk etmeyi özlüyoruz. Yoksa niye küçük mahallelerde geçen dizileri içimiz ısınarak izleyelim?
Ne var ki yaşadığımız hayatlar artık ne çocukları sokağa salmaya izin veriyor, ne de anneler çocuklarına arkadaşlarıyla beraber oturacakları sofralar hazırlayabiliyor. Çünkü herkesin günü çalışarak geçiyor. Yorgun argın dönülen evlerde, kimse kimseyi ağırlamak istemiyor. Fakat kabul etmemiz lazım ki, sığındığımız evlere de bazen sığamıyoruz. Çünkü iş-ev arasında geçen hayatımız rutine oturuyor. Hepimizin günün ağırlığını dağıtmak için başkalarına ihtiyacı var. İlle de o gün olanı biteni konuşmak için değil, iş sonrası biraz değişiklik olsun diye.
Sınırlarımızı bilsek, başkalarının sınırlarına saygı duysak ve öyle de davransak, biraz daha hafif hayatlar yaşayabiliriz. Sabah kahvesi zor da, arada bir beş dakikalık akşam kahvesi herkese biraz iyi gelebilir.
Asansörde, otoparkta yüz çevirdiğimiz insanlar arasında belki harika insanlar var. Belki çok iyi arkadaş olacağız, sağlam bir dostluk kuracağız. Trafikten, zamansızlıktan artık göremediğimiz en iyi arkadaşlarımızın yerini tutmasalar da belki bize iyi gelebilirler. Belki biz de onlara iyi gelebiliriz.
Burada dönüp kendimize şunu sormamız lazım ama. Diyelim biraz samimiyet kurduk. Akşam çaldık kapısını, “Kahveye geldim, müsait misin?” dedik. O da dedi ki “Değilim.” Ne yaparız? Bozulur muyuz? Kızar mıyız? Gönül koyar mıyız? Küser, bir daha da gitmez miyiz? Biz de ona aynısını mı yaparız? Ya da o bize beş dakika bir uğramak istese, “Müsait değilim” diyebilir miyiz? Ayıp olur diye kabul eder, sonra da yakınır mıyız?
Alan paylaşmanın gereklilik, paylaşılan alan içinde kendine özel alan yaratmanın hak olduğunu kabul etsek, buna göre yaşasak hepimiz rahatlayacağız. Araya uygun mesafe koymayı, bu mesafeyi korumayı, ilgi bekleyip kimseye yüklenmemeyi, iyi niyeti sömürmemeyi, kendimizi de sömürtmemeyi öğrensek hayat bambaşka olacak.
Aslında hiç zor şeyler değil.
YORUMLAR