Beşinci mevsim "yaz-bahar"…

Bir beşinci mevsim gibi tanımlamıştı Ayla Kutlu “yaz-bahar” dediği mevsimi. Güneşin, sıcağın, soğuğun, rüzgarın en akortlu, kimsenin bir diğerinin yerini işgal edip hakkını yemediği en ahenkli hali… Evimi Ege’ye, hem de Ege’nin en güneyine taşımamla mevsimlerim de taşındı benimle birlikte.



Her coğrafyanın kendine göre bir ritmi, akışı, sesi vardır ya, ilk yılımda buraların gerçeklerine alışmam da coşkulu hayretlerle oldu. Ağustosun sonunda domatese, bibere veda etmenin yakın olduğunu sanıp mutfağı kışa hazırlamanın ilk gayretiyle kavanozları sıra sıra tezgaha dizmişken Datçalı ev sahibim, aynı zamanda da kapı komşumun “bunlar ne?” sorusuna maruz kalmıştım. O bana, ben ona hayret ede ede geçirdik ilk yılımızı.



“Sonbaharda mis gibi güz domatesi olur, Kasım’ın sonuna, yağmurlar başlayana kadar da sürer. Üstelik de 50-30 kuruşa kadar düşer domatın fiyatı. O zaman alır yaparsın.”



Yıllar boyu şehir ve ofis insanı olarak otuza dayamışken yaşı, bana nasıl yaşamak istemediğimi gösteren hayat, kırka dayamaya doğru otuzlarda birer birer ilerlerken de en güzel balını çaldı ağzıma. Senelerce en çok beklenen ortalama iki haftalık o "özgürlük" günlerimde hep misafir olarak geldiğim bu coğrafyanın en güzel zamanlarının yaz olmadığını, tersine yazın gelerek en kirli zamanlarını yaşadığımızı anlamak için meğer buralarda yaşamaya başlamak gerekmiş.


Hani şiiri insan elinden çıkma bir sanat sanıyoruz ya, artık eminim ki insan doğadan çalmış şiiri. Muhteşem kopyalarını yaratıp hayran ola ola, şaraba, rakıya, çaya, kahveye katık ediyoruz. Lakin orijinal kopyanın doğada olduğunu bir yaz-bahar gününde, kalabalıklar gittikten sonra misal, kıyılara geri dönen balıklarla yüzerken anlıyor insan. Hani solungaçlarım da olsa ne farkım kalır ki bir balıktan diye diye… Ya da dibinde taşları tek tek saydıran şırıl şırıl, kımıltısız bir denize mis gibi havayı karıştırıp şerbet niyetine içmek isterken… Yazın tüm gün güneşin altında pişen benim çatı katında en arsızından bir sardunya bile yetiştiremezken şimdilerde en kara kuru çiçeklerin bile coşmaya başlayışını izlerken…


Ve şimdi Ekim geliyor, kapıda. En sevdiğim birkaç aydan biri. Eski hayatımın en güzel sonbahar ayı, gerçek bir yaz-bahar şimdi benim için. Herkes Eylül’ü sever, sayıklar, ben Ekim’i. Eskiden de öyleydi, şimdi de öyle. Tüm aylar içinde dahil olduğu mevsimin en hakkını veren aydır benim için Ekim. Tam ortasında bir yerlerde doğmuş olduğum için sevdiğimi düşünmem ben onu. Hayatın, bu kadar çok seveceğimi bildiği için bu ayda doğmamı kurguladığını düşünürüm. Sebep-sonuç ilişkilerinde mantıktan ziyade bazen inanmak istediğimdir işime gelen.


Ve bu sabah bakkala gitmek üzere kapımı açtığımda yerde duran güzel sürprizle açıyorum yeni mevsimin okuma sezonunu. İlkbahar ve yaz aylarını – araya başka kitaplar karışsa da – Ayla Kutlu’yla geçirmiş, memleket edebiyatının bu eski ve esaslı toprağıyla tanışmaktan müthiş bir haz duymuştum. Yazar okumalarında şimdiki sıra Peride Celal’in.


Geçen haftaki yazıya konu olan dolunaya kurduğumuz sofranın en güzel muhabbetlerinden biriydi Peride Celal. Çok sevgili alt komşum, babamın edebiyat hocası, benim arkadaşım güzel insan o geceki değiş tokuş sözümüze binaen sabah kapıma bırakıvermişti Peride Celal’in Güz Şarkısı’nı.


Değişen mevsimle birlikte çayın da, kahvenin de tadı yerine gelmişken Ayla Kutlu gibi bir başka eski toprak elimde şimdi. Yine hiç bilmediğim bir kapıdan giriyorum içeri. Kendini “insanların gizlerini araştıran bir dedektife benzeten” bir yazarın dünyasına…


Yaz-baharınız, sonbaharınız ya da içinde bulunduğunuz mevsim hangisiyse tadında geçmesi ve bir de kapınıza kitap bırakanlarınızın çok olması dileğiyle…


YORUMLAR

Yorum kurallarını okumak için tıklayınız!

İnternet sitemizde kullanılan çerezlerle ilgili bilgi almak ve tercihlerinizi yönetmek için Çerez Politikası, daha fazla bilgi için Aydınlatma Metni sayfalarını ziyaret edebilirsiniz. Sitemizi kullanarak çerezleri kullanmamızı kabul edersiniz.