Evet, insanları ayırıyorum...
Küçükken şöyle şiirler yazdığımı hatırlıyorum: “Annecim seni ağaçlardaki yeşil yapraklar kadar seviyorum”
Hangi ağaca baktığımı dahi hatırlıyorum.
Apartmanımızın bahçesinde solda duran, diğerlerine göre kısaca, yaprakları seyrek bir ağaç vardı.
Altında akşamsefalarının yapraklarının suyunu sıkıp da arkadaşlarıma “Bugün size yeşil ve pembe çay hazırladım” diye seslendiğim ağaç...
Hep onun altında oynardım.
Ve tam da oyunun en heyecanlı yerinde hep “Elif hadi yukarı” sesini duyardım.
Bizde öyle aşağıdan “Anne 5 dakika daha” diye yalvarmak yasaktı. “Yukarı dedim mi yukarı!”
Bu cümleye o kadar gıcık olurdum ki, herhalde gıcıklığımı anlatacak başka bir şey bulamadığımdan o seyrek yapraklar kadar seviyordum annemi.
Biz öyle şimdiki çocuklar gibi pedagoglar eşliğinde büyümedik.
Biz annelerimizle babalarımızla beraber büyüdük.
Onların katı zamanlarına denk geldiğimizden kurallardan duvarlar vardı etrafımızda...
Laf dinlemek, büyüklerin lafına karışmak, büyüklere “sen” demek, babamıza sormadan bir şey tutturmak, babamızın hayır dediğine koşup anneden evet’i koparmaya çalışmak, yemeği bitirmeden masadan kalkmak, yemeğe lanet etmek, kardeşi şikayet etmek, say say bitiremem ki, her şey yasaktı.
Az “Anneanneme taşınıyorum, bavulumu verin bana” diye ağlamadım.
İşte bu yasak değildi.
Annem hemen küçük kırmızı bavulumu önüme koyar, “Hadi hazırla bakalım bavulunu, ama hiçbir şeyini unutma, bundan sonra görüşemeyeceğiz, gidersen dönmek yok” derdi.
O kadar sinir olurdum ki, sinirle bavula iki oyuncak iki şort bir elbise koyarken, yatağıma koşar ağlaya ağlaya uyuyakalırdım.
Sabah kalktığımda annem elmalı turta yapmış olurdu.
Elimde süt bardağımla küçük bir domuz gibi otururdum, annem gülerdi bana.
Daha da sinir olurdum.
Gelir öperdi, yanağımı silerdim.
Yine gülerdi. “Anne ama...” derdim, “Hadi hadi sütünü iç” derdi. Konuyu kapatırdı. Barışırdık. Gerçi onun aslında bana bir an bile küsmediğinden benim haberim yoktu.
Büyüdükçe, bahçeler ağaçlar değişti.
Yasaklar değişti, kuralların bazıları yumuşadı, bazıları daha da katılaştı.
Sonra ben bir moda geliştirip, bir yaz anneme bir yaz babama gıcık olmaya başladım.
Şiirlerimi mektuplara çevirmeye başladım.
Her yaz bir tanesini kurban seçtim. Her yaz birine bir mektup yazdım, başuçlarına koydum.
Aman yahu, ne manifestolar çıktı kalemimden...
“Sizin bu katı kurallarınızla hayat böyle geçmez”ler, “Bu şartlar altında ben sizinle nasıl nefes alıp veririm”ler...
Uçuyorum da uçtuğumun farkında değilim.
Her mektubuma bir mektup buldum yatağımın üstünde.
Mektuplarıma cevaplar alıyorum da hiç benim bahsettiğim konulara yanıt yok.
Hep, “Elifcim, güzel kızım” diye başlayan ve hayatın aslında ne olduğunu” anlatan, “Anne olunca anlarsın...” diye biten mektuplar...
Babamınkiler daha didaktik, “Elifcim, mektubunda bazı hatalar var. Bir kere mektuplara hitap edilerek başlanır. İmla kurallarına da dikkat edersen, insanlar imla hatalarına değil yazdıklarına odaklanır...” diye devam eden ve “Evladın olunca anlarsın.”la biten...
İçimden söylene söylene gezerdim, “Öff ya ne anne olması, ne evladın olunca anlarsını? Bu insanlar beni çıldırtacak...”
Anne olmadım. Evladım da olmadı. Henüz.
Ama şunu anladım:
Ben hayatta hep annesini, babasını çok sevenleri sevdim.
Şimdi fark ediyorum ki ben kız arkadaşlarımı da erkek arkadaşlarımı da ailesine düşkünlerden, annesini ayrı babasını ayrı sevenlerden seçtim.
Annesini sevmeyen bir erkeğin kimseyi sevmeyeceğini öğrendim.
Babası aslan gibi arkasında durmayanın kimsenin arkasında durmayacağını anladım.
Duvarlara çarpa çarpa da olsa öğrendiğim her şeyi annemle babamdan öğrendim.
Biz hala mektuplaşıyoruz.
Ben artık mektuplarıma hitap ederek başlıyorum.
Mektuplarımda, “Hayat böyle geçmez” demeyi kestim, “İyi ki varsınız, hayatım sizinle geçiyor” diye bitiriyorum.
Onlar da bana artık “Evladın olunca anlarsın” demeyi bıraktılar.
Haa, kavga etmiyor muyuz sanıyorsunuz?
Dev dalgalar gibi vuruyor bazen kapımıza kavgalarımız.
Siyasetten girip, küçükken bize uyguladıkları katı kurallardan çıkıyoruz.
Hala onlarla kavga edince yatağıma kapanıp ağladığım oluyor.
Hala gıcık olduğum zamanlarım var. Eminim onlar da bana sinirleniyorlardır, ama onlar da değişmiyor, hala gelip beni öpüp, sarılıyorlar.
Artık kavgalarımız bizi uzaklaştırmıyor, küsmüyoruz, sarmaşığın duvarlara sarıldığı gibi annemle babama sarıldığım yaşlardayım, artık...
Ben annemi de babamı da o yaprakları seyrek ağaçlar kadar değil de, tuz kadar karabiber kadar seviyorum.
Ve itiraf ediyorum:
Evet insan ayırıyorum.
Ben hayatta en çok annesini babasını sevenleri seviyorum.
Bir notum olacak: Aslında size süper tatsız, yine memleketin bir köşesinde yaşanan bir derdin tasasını yüklenen bir yazı yazmıştım. Ama istemedim onu paylaşmak. Çünkü bugün annemin doğumgünü, 13 Haziran da babamın doğumgünüydü. Benim için bugün hayattalarsa annenizi, babanınızı arayın, kavgasız “Naber patron?” deyin, onları sevdiğinizi söyleyin. Vefat ettilerse ben de dualarımı esirgemeyeyim. Bugünlük böyle olsun.
YORUMLAR