Hakkâri, İstanbul, Okan Bayülgen

Havaalanındaki görevlinin sadece kendisinin net duyduğu ve anladığı anonsu yankılanıyor: “THY TK 806 Van yolcuları uçağa bekleniyorsunuz”


Sabah 7. 2.5 saat sonra Van’dayım. Buradan yolumun düşeceği yer bir son dakika şehri: Hakkâri. Türkiye’nin bazı illeri öyledir ya batısı için: son dakika şehri.


Oralarda deprem olur, oralarda patlama olur, orada insanlar ecelleriyle değil de başka yollardan ölür. Ben kendimi orada hayal edemezsem oraya varamam, indirmişim şalteri, benden başka herkes çok tedirgin. Telefonum “Varınca haber ver” mesajlarının toplanma noktası… Herkese benden giden mesaj tek: “Tamam”


Eski püskü bir minibüsteyim. Ha kalktı ha kalkacak derken saatler geçiyor. Ağlayan bir Kürt kadın, Hakkâri’ye seminere giden iki genç Kürt kadın, bir de biz, gerisi bizi minibüste nereye oturtacakları konusunda son derece hassas erkekler. Oralar öyle, hassasiyetler başka, kadın da erkek de rahat gitsin yolu, yan yana düşmeden…

Hani batıya gittikçe daha çok anlaşabilmek için daha çok kelime sarfedersin ya, ülkenin doğusuna gittikçe anlaşabilmek için belki de susmak gerekiyor. Sus pus oturuyorum. Ne kitaba verebiliyorum aklımı, ne müzik dinlemeye tahammülüm var.


Son sesinde bir türkü geliyor radyodan, cızır cızır. Şoför simsiyah güneş gözlüklerini takıyor. Yola çıkma vakti. Kontrol noktalarında durarak, kimlikleri elden ele geçirerek geçecek yaklaşık 4 saatlik yok. Bizden kimlik alan yok, biz Türküz ya, ama Kürtler tek tek kontrolden geçiyor. Ağır geliyor. Her uygulama. Her kontrol. Türkçe de Kürtçe de her türkü can yakıyor. Ahmet Kaya’nın sesi yankılanıyor minibüste, geçmişten bir tanıdık gibi. “Beni Vur”u söylüyor. “Külüm al uzak yollara savur, dağılsın dağlara dağılsın vur…” derken bir yanımda Sümbül dağı. Her yer tepe her yer dağ, sağına bakıyorsun dağ, soluna bakıyorsun dağ… “Dağ dağa küsmüş dağın haberi olmamış” lafını kim bulmuş bilmiyorum, Hakkâri yolunda biri sessizliği bozmuş ve bu lafı etmiş olabilir.


Birkaç gün şu soruyu da duyacağım: “Dağlar üstünüze üstünüze geldi değil mi?” Yok, dağlar üstüne de gelmiyor ama besbelli küs, nerden bakarsan ordan kırgın duruyor, bazı yerler yeşillik olunca insan bir umutlansa da hep aynı manzarayı görmek mümkün değil, yanmış yakılmış oralar dağın kırgınlığı ondandır.

Hakkâri’de işim var. TOG’un Barış Köprüsü projesinde yer alan gönüllü gençlerle, oralarda bir çocuğunu dağa bir çocuğunu askere birkaç çocuğunu hapse gönderen annelerle görüşeceğim. Vakit kısıtlı, hava çok sıcak. Sümbül Dağı bana ben Sümbül’e, bakışıyoruz. İstanbul’a gerekli mesajları atıyorum: “Ben vardım” Bütün seyahatim boyunca ettiğim iki kelime, attığım tek mesaj olacaklar haberim yok.

Bu şehir beni suskunlaştırıyor. Bu şehir beni yalnızlaştırıyor. Tedirginlik hali de değil. Bir küskünlük hali. Size, kendime, hepimize, ama özellikle ülkeye küsmüşüm gibi. Oscar Wilde’ın lafıdır, “Çocuklar hayata ana babalarını severek başlar, zamanla onları eleştirir ve nadiren affederler”… İşte oradaki anaya babaya ülkeyi koyuyorum, bu hayatta bunu başaramayabilirim, Türkiye’yi affedemeyebilirim.


“Twitter’a bakayım bir neler olup bitiyor, herkes ne yapıyor” diye telefonu elime aldığım anda aklımdakilerle ya ben eksiğim ya da fazlayım. Tüm o küçük şikâyetlerimizden utanıyorum.


Hani trafikten şikâyet edip duruyoruz ya, Hakkâri’de trafikte ya panzer var ya akrep(ler). Duruyorlar, arabadan iniyorlar, mesai bitimlerinde kapı açılıyor. Biri iniyor, etrafa bakarken beni görmesin istiyorsunuz. Bir suçunuz yok da ama işte bir suçluluk hali, “Beni görmesin de…” Düşünsenize şehrinizden önünüzden hep bir askeri aracın geçtiğini… Ama işte insan görmediğini hayal de edemiyor. Bir bağışıklık sistemi sorunu…


“Hayatımızı nasıl da canımızın istediği şekilde yaşıyormuşuz” diye utandığım anlar oluyor. Hani büyük şehirlerde hayatlarımızı iPhonelarımıza kaydederek yaşıyoruz ya, her fırsatta elimiz kamerasında ya fotoğraf ya video çekiyoruz ya, burada o mümkün değil. Şehrin bir tane caddesi var, fotoğrafını çekmek istiyorum, elimi kaldırdığım anda bir akrebin kapısı açılıyor: “N’apıyorsun?” Ben iyiyim siz n’apıyorsunuz? “Çekemezsin!” Neden? “Çekemezsin, çekme!” Burada insanlar ellerini besbelli sadece tutuklanmak üzere havaya kaldırabiliyorlar. İndiriyorum ellerimi. Dedim ya tedirginlik yaşamıyorum, suskunlaştıkça darılıyorum, daralıyorum.


Sivrisinekleri düşünüyorum. Burada sivrisineklerin görevini şehrin hemen tepesinde uçan Skorsky’ler almış. Hep tepemizdeler. Hep. Tren istasyonu yakınında oturan insanlar hani o tangır tungur geçen trenleri duymaz ya, buranın insanı da helikopteri duymuyor, akrepleri görmüyor. . Bağışıklık kazanmışlar artık bu psikolojik baskıya… Benim içinse yeni bir his, elimde bir avuç empati ben Hakkâri’ye bakıyorum Hakkâri’ bana…


Ramazan olduğundan sokaklar akşamüstüne kadar boş. İftardan sonra çarşı doluyor. İnsan seli. Ne kadar insan yaşıyorsa ve akreplerin üzerinde taramalı ve lazerli tüfekleriyle askerler. Evlerin içine kadar ışık tutarak geçiyorlar mahallelerden. Mahallelerde çocuklar koşuyor. Sokakları sulayan belediye arabası su sıktıkça çocukların kahkahaları yükseliyor. Şehrin çocukları alışmış tazyikli suyun şiddetine… Ve belki de her türlü şiddete. İsimleri bildiğimiz türden isimler değil, buralarda çocuklara Selim Can, Nazlı Su diyoruz ya oralarda işte bunlar Diyar Mahir Yoldaş, Deniz Yoldaş olmuş… Her çocuğun bir hayatı, o hayata sığdırması gereken en az 3 ismi var buralarda...


Bu ay düğün de yapılmazmış buralarda. Zaten asker havai fişeği yasakladığından bu yana tadı tuzu kalmamış. Düğünde Türk bayrağı asmazsan zaten o düğün de yapılamazmış öyle anlatıyorlar. Dedim ya suskunlaşıyorum, oturup da delirmiş gibi nasıl anlatayım, “Bizde de havai fişek atmazsan bir eksiktir o düğün, biz illa kuşları martıları ürkütene kadar renk renk atarız, bir de birbirimize ‘Aa savaş mı çıktı?’ esprisi yaparız nasıl diyeyim? Neredeyse 30 yıldır savaştalar…

Akşamları çarşılarında çay içiyoruz orada tanıştıklarımızla… Ben odama dönüp de “İyiyim” mesajlarını attıktan sonra camda durup bir sigara yakıyorum. Sabırla, inançla bu topraklar barışı görür mü emin değilim, gazeteye yazacağım yazıların ve röportajların notlarını alıyorum. İlk cümlem: “Bu şehirde kimileri ölüyor, kimileri tutuklanıyor, kimileri zor olanı yaşamayı seçiyor.”


İstanbul’a dönüyorum. Yol uzun. Yorucu. Hiç konuşacak halim yok. Bir kişiyi görmeye tahammülüm var. Çünkü onun yanında istediğim kadar susabilirim. Akşam balık yiyeceğiz. Galata’da hep gittiğimiz restorana gidiyoruz. Hoparlörden mırıl mırıl çok sevdiğim bir parçanın sesi geliyor. Bir anlığına seviniyorum. Ve müzik duruyor. Garsona “Aa dinliyordum n’oldu bitti” derken, sağımda Okan Bayülgen’i görüyorum. “Çocuklar selamlar, müziği kapatalım!” Okan Bayülgen ve 3 arkadaşı bir başka masaya otururken müzik susuyor. Kalkıp yanına gidip yaptığının ne kadar manasız ve ayıp olduğunu anlatacak gücüm yok. Kendisi en dublaj sesiyle Fransa’da mı bir yerlerde tuttuğu evi anlatıyor.

Birileri bu ülkede hep bir düğmeye basıyor ya, ya insanları ya müziği susturuyor ya işte o düğmelere biraz daha yakından bakmak lazım. O basılan düğmeler sizi, beni, hepimizi sevgisiz saygısız insanlar yapıyor. İnsan gibi birarada yaşayamayacağımız çok belli, zira aramıza dağlar giriyor... Bundan dağlar utanıyor.

YORUMLAR

Yorum kurallarını okumak için tıklayınız!

İnternet sitemizde kullanılan çerezlerle ilgili bilgi almak ve tercihlerinizi yönetmek için Çerez Politikası, daha fazla bilgi için Aydınlatma Metni sayfalarını ziyaret edebilirsiniz. Sitemizi kullanarak çerezleri kullanmamızı kabul edersiniz.