Zaten öylesine yaşıyoruz!
Seyahat yazıları yazmayı sevmem. Yazmam da. “Özel meseleler bunlar” diye düşünürüm.
Bir de hani yazıyorlar, “Kişisel görüşümdür çalıştığım kurumu bağlamaz” diye, benim kişisel görüşüm (evet-hala!) anamı babamı bağlar.
“Ayıp evladım”la büyüyenler beni anlar.
Ama bu seferlik kayıtlara geçsin.
Treviso, Venedik’e 35–40 dakika uzaklıkta bir İtalyan şehri. Nefis bir yerdir.
Hani aile fotoğraflarının bulunduğu eski albümler vardır, bakmaktan bıkmazsın, her bakışında aynı günü, o fotoğrafın çekiliş anını, aynı insanları konuşur durursun ya…
Treviso bana her gidişimde aynı hissi verir.
Peynir dükkânındaki iki adam ne istersen onu verir, ne bir gram eksik ne bir fazla.
Dükkânın her yerinde aile fotoğrafları, aileye eklenen torunların yeni çekilmiş resimleri çerçeveler içinde durur. Baktığını görürlerse anlatırlar, “Bu da bizim 4 numara!”
Karşısındaki fırında kuyruk olur, sıraya girmek için fiş almak gerekir. “Evladım ben yaşlıyım sıranı ver” burada geçmez.
Balık pazarının oradaki köprüde ördekler yüzer, çocukların en büyük eğlencesi ördekleri patlatana kadar suya ekmek atmaktır. Çocuk oyuna doymaz, ördek desen hep aç!
Meydandaki dev köpek Otto hep aynı saatlerde meydana bir uğrar, meydanda koşan çocuklara havlamaz. Zaten havlasa çocuklar şaşırır, onlar tepesinde deh dehlerken Otto bir köpek değil attır.
Ve bir de şehirde camlı panoların içine vefat edenlerin fotoğrafları asılır.
Şehirde yaşayanlar her gün uğrar ve bakar, kimi kaybettiklerine…
Resimli bir A4 kâğıttır nihayetinde, ama üstünde yazanlar önemlidir: “Piovesan Maria, yaş 91, kaybettik” Ve altında notlar, torunları onu çok severdi, o da kek yapmayı…
“Assuero Tambarotto, yaş 63, kaybettik” ve yanında bir fotoğraf bisiklete binmeyi çok severdi.
"Gino Davanzo, yaş 90, kaybettik." Ve resminin yanında yazar, insanları çok severdi. Hep eşitlikten, barıştan bahsederdi.
Kiliseye gitmiş gibi sessizce dualarını eden Treviso’lular uzaklaşırken, panonun hemen ilerisindeki tembel adamın kahvesine oturur, kahvenle suyunu beklersin.
Ve düşünürsün:
Bu insanlar benim yakınım değil ama uzaktan yakınım sayılırlar. Aramızda enlemler boylamlar. Ama böyle yaşamak da mümkün mü?
Bize uzak böyle hayatlar.
Çünkü bizde öylesine yaşamak da vardır, öylesine ölmek de. Öylesine yaşamasak da öylesine ölüveririz günün birinde.
İstanbul’da bir gece, iki tek attığı bardan çıkmış evine yürürken ölmek de öylesine ölmektir, bu da bizim buraya mahsustur. Şehrin göbeğinde, Cihangir’de, Levent Öztürk’ün öldüğü gibi.
Olay yeri inceleme ekipleri gelir, grafiğini çizer, iki karedir nihayetinde. Bir adım atarsın, ikinci de yerdesin. Çünkü merdivenin korkuluğu yoktur.
Çünkü biz küçük noktalarda büyük kayıplar vermeyi iyi biliriz.
Ertesi gün iş makineleri gelir, belediye başkanı gelir. Mahalleli koşar, en yetkili ağız geldi ya, sorarlar, aldıkları cevap “Sarhoştu zaten!” olur.
Evet, biz bu şehirde sarhoşken âşık olup, sarhoşken kahkahalarla gülüp dans etme ihtimali olan insanlarken, sarhoşluktan ölürüz.
Belediyelerimizin başkanları pardösülerini ve saçlarını savurarak olay yerini terk ederken isyan edenler olur, “Şimdi oraya, o merdivenlere, camii diksen ne fayda, minareler koysan ne fayda!” İçimizdeki korkuluklar yeter bize.
Makam meraklıları el pençe divan dururken, sen başını ellerinin arasına almış düşünürken, bilirsin ki hayatın bir Hollywood filmi olmayacak, bizim hikayeler mutlu sonla bitmeyecek.
İşte tam da bu yüzden: Umarım bir gün -Batı’nın ahlakını kopyalayıp- sokak köşelerine Treviso’daki gibi resimli panolar yapılmaz. Resimlerimizin altına gerçeği yazmak yerine uydur kaydır bir şeyler yazıp, bizi dünya âleme utandırmazlar.
Su gibi akıp gidecekken hayat, kekemeler gibi ızdırap çektiğimizi, bize nasıl öleceğimizi bile tarif eden bir Başbakanımız olduğunu kimse bilmesin.
Rica edeceğim, kendi küçük hayatlarımızın kahramanı olmaya çalışırken bize nasıl öleceğimizi, dublörlerinin arkasına saklananlar öğretmesin!
YORUMLAR