Savaşa inat barışı dilinden düşürme!
Kimseye söyleyecek bir şeyin yoksa kimseyle buluşmaya da gerek yok. İçim böyle diyor. Yine de gidiyorum. Her şeye rağmen samimiyetine inandıklarım var. Hepsi orada. Uzun bir masanın etrafında daha şimdiden kahkahalar atmaya başlamışlar. Zor bir gece olacak. Yemekler, içkiler ve mutlu görünen bir kalabalık. Anlatacak ne çok şeyleri var. İkili, üçlü gruplar kurmuşlar, durmadan konuşuyorlar. Anlattıkları şeyleri kaçıncıya dinlediğimi unuttum artık. Yine de ilk kez dinliyormuş gibi yapıyorum. Yapaylığımı fark edenler hemen saldırıyor. Çünkü kurulu bir düzenin işleyişini bozmaya hakkım yok. Zaten bu toplantıların yegâne amacı değil mi -mış gibi yapmak. En çok gruba yeni katılanlara anlatılıyor. Kendini yeni birine anlatmak gibisi yok. Abart abartabildiğin kadar. Nasıl olsa seni tanımıyor. Ya diğerleri? Hepsi birbirinin ne bok olduğunu bilirken? Bir çeşit anlaşma yapmışlar sanki aralarında. Sen benim anlattığımı her seferinde hayranlıkla dinle, ben de senin ipliğini pazara çıkarmayayım. İşte mutluluklarının formülü. Sonra bu formülü yeni gelenler de öğreniyor. Biri de çıkıp itiraz eder mi bu sefer, diye beklemek boşuna. Çünkü onların da mutlu olmaya ihtiyaçları var. Daha doğrusu kendilerini dev aynasında görmeye. Keşke ben de becerebilsem… Biraz daha düşüncelileri hatırımı sorma nezaketinde bulunuyor. Ama hiçbiri cevabı duymaya niyetli değil. Olaylar, ülkeler, insanlar, aforizmalar, sevgililer… Bunlar, nasıl olduğumuzdan, kim olduğumuzdan daha önemli. Evet, önemli. Sonuçta bir birey ve onun dertleri nedir ki. Zaten sorun bu da değil. Her şeyi hep aynı bayağılık ve aynı kalıplarla tartışıyor olmamız.
Savaş çıkacak galiba, diyor biri.
Öteki çıksın, diyor. Dolarları katlamak lâzım.
Patlayan kahkahalar.
Katar ve Suudi Arabistan Suriye’ye müdahaleyi finanse ediyormuş.
E Amerika işini bilir.
Suriye ve Mısır’da insanlar ölüyor.
Aman, benim insanım ölmesin de.
E ama, Gezi Direnişi’nde, Reyhanlı’da, Ceylanpınar’da, Uludere’de de insanlar öldü.
E onlar da polisle çatışmasaydı, sokakta dolaşmasaydı, kaçakçılık yapmasaydı.
Ya ölen çocuklar?
Nice milletler vardır ki…
Tamam tamam.
Usulca kalkıyorum masadan. Büyükbaşları, bayağının bayağısı bir “kız tavlama” hikâyesine başlıyor. Şöyle demiş, böyle yapmış, baldır, bacak, göğüs… Fark eden olmuyor. Dışarı çıkıp bir taksi durduruyorum. Sahil boyunca yol alıyoruz. Taksici radyoyu açıyor. “Her türlü koalisyona hazırız,” diyor radyodaki ses. “Siz öldürmeyi çok iyi bilirsiniz,” çıkışı geliyor bu cümleden sonra aklıma. Ne farkı var ikisinin birbirinden? Al birini, vur ötekine, diyor taksici, sanki düşüncelerimi duymuş gibi. Abi, Şimon Peres’e van minüt diyen adam, şimdi komşusunu öldürmeye hazırlanıyor. Yemişim böyle demokrasiyi, diyor. Senin benim çocuğum öldükten sonra…
Gecenin başından beri ilk kez dışarı çıktığıma seviniyorum. Demek barışın modası geçmiş bir elbise gibi rafa kaldırıldığı şu günlerde, hâlâ aklıselim sahibi insanlar var. Öyleyse susmak yok, diyorum içimden. Barışı, kafası kalınların akıllarına sokmak için durmadan dillendirmek lâzım.
YORUMLAR