Unutma ağacı

Aslında ben istemedim bunca şey biriktirmeyi. Yaşamaktı tek yaptığım. Günler geçip gidiyordu zaten. İstesem de tutamazdım. Ama her yaşanan bir tortu bırakır geride. Zaman bazen size takılır, kalır. İşte o zaman bir sürü şey birikir hayatınızda. Artık silkinmenizin bir faydası yoktur. Sadece aklınızdan ve kalbinizden atmak da yetmez yaşadıklarınızı. Çünkü siz unutsanız da eşya unutmaz.


Bende de böyle başladı biriktirmek. Yaşayıp gidiyordum dediğim gibi ama, arada küçük hırsızlıklar yapıyordum zamandan. Mutlulukları çalmak, bir suç gibi gelmiyordu bana. Fotoğraf çekiyordum; sevdiğim kadının fotoğraflarını. Ve çoğu zaman aynı karede gülümsüyordum onunla. Birlikte geçirdiğimiz mutlu anlar, unutulup gitmesin istiyordum. Bazı insanlar, en mutlu anlarında ölmek isterler. Sanırım ben de onlardan biriyim. Ama herkes, ölmek yerine biriktirmeyi tercih eder o anları. Çünkü fotoğraf, zamanı tekrar edemez belki ama, aynı mutluluğu yaşatabilir insana. Böylece, ben farkında olmadan bir sürü fotoğraf birikiyordu kenarda. Dostlarımızla yediğimiz akşam yemekleri, sevdiğim kadınla çıktığım tatiller, eviçi mutlulukları, anlamını sadece benim kavrayabileceğim bir gülüş, küçük gezintiler, sadece ikimize anlamlı gelen bir nesne, deniz kenarları, günbatımları ve papatyalar…


Ne zaman biraz yaşamaya kaptırsam kendimi, durup fotoğraflara bakıyordum. Ve mutluluk, o iki boyutlu dünyadan tekrar yaşamıma sızıyordu. Zamana kıyasla küçücük bir âna, yüzlerce mutluluk sığdırıyordum. Böylece daha katlanılır oluyordu yaşamak. Sadece fotoğraflar da değildi kenarda birikenler. Mektuplar da vardı. Ayrı geçen zamanın yazılı tanıklıkları. Ve her biri, kıvrımlarını artık ezbere bildiğim bir elden çıkmıştı. Edilen sözler, bir gün unutulabilir belki ama, bir mektubun belleği, kesinlikle sizinkinden daha güçlüdür. Sonra bir sürü doğum günü kartı, çeşitli yerlerden atılmış kartpostallar, bazen bir ricada bulunan bazen de sırf beni mutlu etmek için yazılmış küçük notlar… Tiyatro ve sinema biletleri ve daha bunun gibi bir sürü önemsiz kâğıt... Çoğunu saklamak gibi bir düşüncem olmamıştı aslında. Ama bir yerlerden çıkıyorlardı işte. Bazen bir kitabımın arasında buluyordum onları. Bazen kışlık giysilerimle gardırobumun içinde aylarca bekliyorlardı; bir sonraki kış, paltomu giyene kadar. Bazen de bir kenara koyduğumu unutup günler sonra tekrar buluyordum. O zaman daha da keyifle hatırlıyordum onların bana anlattıklarını. Sonunda bir gün, bütün bu zaman parçacıklarını aynı yerde saklamaya karar verdim. İçinde mutlu anlarımı saklayan kocaman bir kutum vardı artık.


İleriye doğru yaşamak da güzeldi ama bana mutlu anlarımı hatırlatan şeylerle yaşamak, onu hepsinden çok seviyordum. Ara sıra, sevdiğim kadınla da paylaşıyordum içindekileri. Birbirimize gönderdiğimiz mektupları okuyorduk. Falanca yıl filan yerde çekilmiş fotoğraflarımıza bakıp keyifle gülümsüyorduk. Bazen bir sinema ya da tiyatro biletinden, haftalarca yaptığımız bir plan çıkıyordu ortaya; şu gün gidelim, şurada buluşalım, çıkışta şunu yapalım gibi ve daha bir sürü ayrıntı… Ama zaman, ayrılıklara kurulmuş bir saat gibidir. Saklanmaya hak kazanmış mutluluklar arttıkça, yaşamınızın içindeki mutluluklar da giderek azalıyor demektir. Ve gün gelip saat çaldığında, zaman sizin için geriye doğru akmaya başlar. Artık gelecek diye bir şey yoktur. Dolayısıyla yeni mutluluklar yaşama olanağınız da.


Benim için de aynı şey geçerliydi. Günlerce rüzgâra tutulmuş bir kavak ağacı gibi sallandıktan sonra, biriktirdiklerime bir göz atmaya karar verdim. Ne de olsa mutluluklarım saklıydı o kutuda. Ama kutudan yükselen toz bulutu, her şeyi anlatıyordu aslında. Kim bilir en son ne zaman bir şeyler koymuştum içine! Kutuyu açtığımda ilk olarak fotoğraflara gitti elim. Tekrar mutlu olmak istiyordum ama elimi attığım her fotoğraf, insafsızca gülümsüyordu bana. Ve tarifsiz bir keder çörekleniyordu içime. Anlayamıyordum. Mektuplar için de aynı şey söz konusuydu. Ve işin ilginç yanı, o gün okuduğumda iyimserliğinden kesinlikle şüpheye düşmediğim satırlar arasında, şimdi umutsuz sözcükler yakalıyordum. Ve nasıl oluyordu da o gün bana mutluluk veren şeyler, bugün acımı daha da arttırıyordu?! Ama hemen pes etmedim. Kutunun içinde ne varsa didik didik ettim hepsini. Önce cümlelere kafamı taktım mektuplardaki. Sonra kelimelere. Ve yüzlerce kez okudum hepsini.


Sonra her bir fotoğrafı ve onlardaki en ufak ayrıntıları inceledim. Tek derdim, ufak da olsa bir mutluluk yakalayabilmekti. Ama ne yaparsam yapayım aradığıma ulaşamıyordum bir türlü. Dahası, ben didikleyip araştırdıkça, unuttuğum şeyler de çıkıyordu ortaya. Böylece, mutlu olayım derken, gittikçe katlanan bir mutsuzlukla baş etmek zorunda kalıyordum. Sonra öfke ve umutsuzlukla tekrar kapatıyordum kutuyu. Bir daha açmayacağıma dair kendime sözler veriyordum. İleriye doğru yaşamak için cılız hamleler yapıyordum. Ama bu kez de evin içindeki şeyler çıkıyordu aniden karşıma. Bir kitabı elime alıp okumak istediğimde bir bakıyordum ki, kapağına iyi dilekli bir şeyler karalamış yıllar önce. Bu anların acısı daha da sert oluyordu. Ya da aslında bazen hiç düşünmediğim bir şeyle karşılaşıyordum. O gün, sırf evin içinde giysin diye ona verdiğim bir t-shirt’ü dalgınlıkla giyerken, aynı t-shirt’ü giydiğimi fark ediyordum ve defalarca yıkanmış olmasına rağmen, onun kokusu geliyordu burnuma. Ve oturup kalıyordum bulunduğum yere…


Sonunda bir gün, zamanın beni cezalandırdığına karar verdim. Hiçbir ölümlünün harcı değildi anları dondurup bir kutunun içinde saklamak. Ve belki de Tanrı’nın insana verdiği en büyük armağan, unutmak mutluluğuydu. Acıları da ve ama mutlulukları da. İşte ilk o gün geldim bu ağacın altına. Ayrılığımızın üzerinden yüzyıllar geçmişti. Ve tekrar yaşamak için kutuya attığım her mutluluk, taşıyamayacağım bir ağırlığa dönüşmüştü. Sırtımda bu yükle geleceğe dair tek bir adım bile atamamıştım. Çünkü hiçbir ölümlü, zamanın yükünü taşıyacak kadar güçlü değildir ve eğer ona hükmetmeye kalkarsanız, her mutluluğunuz bir acıya dönüşür günün birinde. Yanımda acıların ve mutlulukların kutusuyla bir süre oturdum o ağacın altında. Sırtımı gövdesine dayayıp son kez düşündüm kutunun içindekileri. Ve sonra kalkıp derin bir çukur kazdım. Artık zamanı gelmişti; kutuyla birlikte kendimi de gömdüm o çukurun içine. Üzerimizi iyice örttüm ve sadece tek bir dilekte bulundum, buraya her geldiğimde tekrar ettiğim ve bir gün gerçekleşeceğine bütün kalbimle inandığım tek bir dilekte…


Şimdi arada sırada yine geliyorum bu ağacın altına. Unutmak kolay olmuyor. Gömdüklerim dışında yeni şeyler de çıkıyor evin içinden. İşte onları alıp getiriyorum buraya. Ama gömmek yerine, ağacın dallarına asıyorum artık bulduklarımı. Bazen lastik bir toka oluyor bu, bazen bir kitabın arasından çıkan bir saç teli, bazen de kırık bir yüzük. Ve en çok zamanın lanetinden kurtulduğuma seviniyorum. Ve son zamanlarda, benim astıklarım dışında da şeyler görüyorum ağacın dallarında. Üstelik çaput değil benimkilere benzer şeyler. O zaman mutlu oluyorum. Yıllarca kutsadığım anılar, nihayet bir mite dönüştü artık ama ben onları kutsamak yerine, unutmak için geliyorum buraya. Ve her seferinde zamana bir daha sesleniyorum: “Şurada gömülü olan her şeyi unutmak ve durgun bir suda yüzen yaprak gibi, seninle akıp gitmek istiyorum…”

YORUMLAR

Yorum kurallarını okumak için tıklayınız!

İnternet sitemizde kullanılan çerezlerle ilgili bilgi almak ve tercihlerinizi yönetmek için Çerez Politikası, daha fazla bilgi için Aydınlatma Metni sayfalarını ziyaret edebilirsiniz. Sitemizi kullanarak çerezleri kullanmamızı kabul edersiniz.