Orhan Pamuk'un imza gününde bir tuhaflık

“Bir gün bir kitap okudum ve bütün hayatım değişti.” Ama hemen ilk akla geldiği ya da sanıldığı gibi birden bire değil. Yavaş yavaş. Yıllara uzanan inişli çıkışlı zamanların sonunda, bir tür sıçramayla. Bir okur olarak edebiyat maceramın geldiği noktadan bahsediyorum. Ve bu noktada Orhan Pamuk’un benim için bir mihenk taşı oluşundan.


O güne kadar iyi kötü bir şeyler okumuştum ama Yeni Hayat’ın ilk cümlesi ve kitabın sonunda aldığım haz, bana edebiyatın bambaşka bir şey olduğunu hissettirmişti. Hissettiğim duyguyu bugün, bir tür derinlik sarhoşluğu olarak niteleyebilirim.


Kitabı okuduğum günlerde İstanbul sokaklarını “Yeni Hayat”ın ana karakteri Osman gibi hüzün ve kederle arşınladığımı hatırlıyorum. Sanki Canan’ı arayan benmişim gibi bir duyguya kapılarak.


O dönem çıktığım şehirlerarası yolculuklarda da kendimi Osman gibi hissederdim. Hatta bir yolculuğumda, sırf Osman’la daha çok özdeşleşebilmek ve onun hissettiklerini daha iyi anlayabilmek için, yol boyunca bilmem kaçıncı kez “Yeni Hayat”ı okumuştum ve koltuk numaram bile onun yolculuklarınınkiyle aynıydı (Yanılmıyorsam 38 ya da 39’du).


Özellikle “Yeni Hayat” severlerin söylediklerime şaşırdıklarını sanmıyorum. Zira onlara “Kar” romanını defalarca okuduktan sonra tayinini Kars’a isteyen ve hayatına orada devam eden birini tanıdığımı söylemem de garip gelmeyecektir.


“Yeni Hayat”ın ardından bütün kitaplarının yanı sıra, yurtiçi ve yurtdışında verdiği röportajları, hakkında çıkan yazıları, kitapları hakkındaki inceleme ve eleştiri yazılarını, ayrıca bir gazetede tefrika edilen uzun öyküsünü de okumuştum o dönemlerde. Kendisine öyle büyük bir hayranlıkla bağlıydım ki (Özellikle “Yeni Hayat” ve “Kara Kitap” sebebiyle), hem hakkında hiçbir bilgiden mahrum kalmak istemiyordum hem de git gide onunla bir şekilde tanışmam gerektiğini düşünüyordum.


İşte Cihangir’deki yazıhanesini bulup elimde kitaplarıyla kapısının önünde onu bekleme planlarım da o günlere rastlar. Aslında imza istemeyi bahane ederek hayatına girmekti planım (Girince ne olacaksa! Ama genç bir edebiyatsever için hayran olduğu yazar, bir çeşit tanrıdır. O zaman benim için de öyleydi). Onunla kitapları ve edebiyat hakkında konuşacaktık. Kızı Rüya’yı okula bırakacak (Ki o zamanlar ilkokula yeni başlamıştı), akşam yine birlikte okuldan alacaktık. Bana “Yeni Hayat”ı yazdığı defterlerden birinin orijinal sayfasını hediye edecekti. Üzerine, “Kadim dostum Erkut’a” yazarak.


Yıllar sonra Nobel Ödülü’nü alırken yaptığı konuşma sırasında kızı Rüya’yı gördüğümde, sanki kendi kızımın büyüyüp genç kız olduğu gibi bir duyguya kapılmıştım. Bu arada, bir gün bir kızım olursa adını Rüya koyma düşüncemin o günlerden kalan bir saplantı olarak hâlâ geçerli olduğunu da belirtmeliyim.


Şimdi bütün bunları anlattıktan sonra, 13 Aralık Cumartesi günü, Yapı Kredi Yayınları’nın Galatasaray’daki merkezinde düzenlenen imza gününe koşarak gittiğimi düşünebilirsiniz. Ama öyle olmadı.


Bir arkadaşım Orhan Pamuk’un imza günü olduğunu söylediğinde, gayet kendimden emin, “Ama o imza günü düzenlemez ki,” dedim. Ayrıca düzenlese bile, imzalı herhangi bir şeye sahip olmak, bana cazip gelen bir şey değildi. Arkadaşım, “Yalnız bu Nobelli bir yazarın imza günü,” dediğinde, itiraf edeyim, işte o zaman karar verdim gitmeye.


Cumartesi günü, bir tür törenle hazırlandım imza gününe. Eski kitapları gözden geçirdim, yanıma alacaklarıma karar verdim, bu arada yeni kitabı “Kafamda Bir Tuhaflık”ı aldım ve kitaplara ne yazdırabileceğimi ya da Pamuk’un ne yazacağını düşündüm.


Saat 13.30 civarı kuyruğun sonundaydım ve arkadaşımın gelmesini bekleyememiştim. İmza sırası çabuk ilerliyordu. Sırada, iyi ya da kötü okuyan ve bir yazara hayranlık duyan insanlarla birlikte olmak güzel bir duyguydu. Kitabını imzalatan okurlar yanımızdan tatlı bir sarhoşlukla geçiyordu.


Nihayet imza alınan bölüme varabildim. Tam tahmin ettiğim gibiydi. Adamımın gözlerinden ateş çıkıyordu. Yine de ben o yüzde, kendisinden uslu durması istenen hiperaktif bir çocuğun dayanılmaz sıkıntısını gördüm ve gülümsedim. Tek üzüntüm sadece bir kitap imzalama hakkımızın olmasıydı.


Bir de bir sistem kurulmuştu. Oradaki birileri sizden kitabınızı alıyor, imzalanacak sayfayı açıp sıraya koyuyor, Pamuk da sırası gelen kitabı hızlıca imzalayıp diğerine geçiyordu. O haliyle, bir üretim bandının sonunda malları paketleyen bir işçi gibi göründü gözüme Pamuk. İşin daha da kötü tarafı, attığı bir imza değil, hatta paraf bile değildi Pamuk’un. Bir çeşit karalamaydı sanki. İmzasını kalemi olanca gücüyle bastırarak atması da ruh hali hakkında başka bir ipucuydu.





Çıkışta anladım ki, insanların yüzündeki tatlık sarhoşluk, hoşnutluklarından değil, kendi adlarına bir imza alamamaktan ve yazarla iki kelime olsun konuşamamaktan kaynaklanan hayal kırıklığıydı. Neyse ki Pamuk, sonraki turlarda bunu telafi etti. Bunu nereden mi biliyorum? Çünkü elimdeki tüm kitapları imzalatmak için tam üç kez girdim sıraya.


Arkadaşımla girdiğim üçüncü seferde gördüm ki, artık rahatlamıştı Pamuk. Okurlarıyla kısa diyaloglar kuracak ve onlara yandan çarklı bir gülümseme atacak kadar. Sonuç olarak bu rahatlık sonradan atılan imzalara da yansıdı. Nihayet üçüncü kitabımı ben talep etmediğim halde adıma imzaladı ve üzerine tarih attı.


Ben de üçüncü teşekkürümü, o üretim bandının sonundaki adama değil, bütün samimiyetimle, yıllar önce genç bir delikanlıyken bana içimden hiçbir zaman söküp atamayacağım bir edebiyat sevgisi aşılayan büyük yazara, Orhan Pamuk’a ettim. O yıllardan bugüne içimde yaşayan gerçek bir minnet duygusuyla.


YORUMLAR

Yorum kurallarını okumak için tıklayınız!

İnternet sitemizde kullanılan çerezlerle ilgili bilgi almak ve tercihlerinizi yönetmek için Çerez Politikası, daha fazla bilgi için Aydınlatma Metni sayfalarını ziyaret edebilirsiniz. Sitemizi kullanarak çerezleri kullanmamızı kabul edersiniz.