Educare
Gökçe’yi okula bırakırken, kapıda onu benden alan yüzlerden, alışık olduğum “huzur” vurdu yine içime bugün. Curcunayla evden çıkıp, ılık bir limana kavuştuğumuz her Pazartesi gibi.
İnsanlığın milyonlarca yılda tamamladığı evrimi, 4 yılda tamamlamaya çalışan küçümenlere, insan olmayı öğreten bizim okulun öğretmenlerine ne zaman baksam, bir ferahlık hissi gelip oturuyor üzerime.
Ben ki ömrünün en kıymetli ilk üç yılı boyunca kızına tehditkar bir yetişkin gibi bir kez olsun kocalanmamış, ona sınırı doğru yerden çekebileyim diye annelik müfredatında harcamıştım kadınlığımı.
Yaşı gelip evden çıkınca, onu teslim ettiğim yerin de özenle taşımasını bekliyordum sırf küçük bir çocuk olduğundan kırılgan kargomu. Bir de O’na “Pek de kolay kırılmaz artık” diye, yeni bir etiket basmasını.
İngilizce “eğitim” anlamına gelen “education” sözcüğü, Latince “educare” fiilinden geliyordu ve içeriden dışarıya doğru büyütmek anlamını taşıyordu ki, Gökçe evden sokağa doğru süzülürken, benim de beklentim aynen buydu:
Zamanında bizim maruz kaldığımız ezberci, hem çantada hem kafada taşıması zor bilgilerin altında ezilmesin, farklılıkları üniformayla tektipleştirilmesin; gömleği çizgili, eteği kısa giydi diye, sıra olup da girilen okulun kapısında ötekilenmesindi derdim.
Buradan bakınca 60 milyona hizmet vereceğim diye hoyratlaşan eğitim sisteminde, Neverland (Var Olmayan Ülke) gibi duran bu naif yeri buldum ben.
Bir de şu gerçeği:
Benim bugün benimsediğimden farklı olsa da, zamanında aldığım eğitim, o günün koşullarına göre tasarlanmış ve en iyi niyetlerle sunulmuştu bana verilenlerce.
Ne internet ne de sosyal medya olmadığından, kolu kırılsa da yeni içinde kalan Türkiye için ağır bir sis perdesiydi o günlerin okul hayatı.
Kitaplarda ne olacağına karar verenlerin bildiği eğitim Behaviorialist (Davranışçı) Ekol’den olduğundan, öğrenciye bakınca ödül ya da cezayı gören bir yönetim kadrosu vardı okullarda. Bir de onların önünde set gibi duran, birey olarak kırılganlığımızı muhafaza etmeye ant içmiş öğretmenlerimiz.
Onları ne zaman hatırlasam bir düğüm gelip oturuyor boğazıma. Yutkunup açılayım derken de gözlerim başlıyor yanmaya.
Küçük elleri harfle buluşturan herkes öyle kıymetli ki.
Benim Kıymetlilerim
Bendeki nasıl bir akademik talihse, Nene Hatun Öğretmen Okulu’nun 63 yılı dönem birincisine evde “anne” diyordum, ilkokul 1. sınıfta da “öğretmenim”. Ne diyeceğimi şaşırıp, sınıfta beraber oturduğum bizim kümeyi güldürdüğüm de oluyordu kendime.
Zamanının öğretmenleri gibi acardı bizimki de. Sınıfta şımarıklığa tahammül etmez, hayatta şansı yaver gitmeyenleri, diğerleriyle aynı başlangıç çizgisine getirmek için diretir de diretirdi. Şimdi kızımın öğretmenlerinde gördüğüm ışık vardı sert çehresinde.
Matematiği etamin işiyle makromeden öğreten, ruhumuz yeşersin diye ilkokulun çamurlu yokuşunu “Bu ağaçlar tutmaz Hocaaanım” iddiasında yaprakla buluşturan da oydu.
Yaşadığımız Ümitköy o zaman kent ışıklarının söndüğü yerden kilometrelerce uzak, üzeri kırmızı şeritle çizilmiş Ankara şehir adı tabelasının ardında bıraktığı bir başka Neverland’di.
Ve ben O’nun, aradan geçen 15 yılın bir müze gibi saklamasını umut ettiğim Ankara Gazi Anadolu Lisesi’nin Öğretmenler Odası’nın ve bana çikolata, gofret getirsin diye şehirden gelişini camlarda beklediğim, ama 40 yaşında Profesör diploması taşıyan çantasında bugün olduğu gibi o gün de sadece kitap taşıyan ablamın eliyle bozkırda yeşeren bir gelinciktim.
Bir gün kendi gelinciğimi yetiştirecektim.
YORUMLAR