Ankara
Kader mi diyeyim, cilve mi?
Kaçabildiğim ilk fırsatta kaçtım Ankara’dan. Grisi, susuz bir kent oluşu, semt pazarlarındaki Milli Kütüphane sessizliği boğardı beni.
ODTÜ yıllarım iyiydi aslen: Derslerden ayıracak zerre zaman olmasa da, yapacak çok şey vardı kampüste. Gitmesem de eğlenceler benimdi.
Sonra Ümitköy vardı, herkes ‘çok uzak’ dedikçe ayrı bir haz duyardım orada yaşamaktan. En kuvvetli romantik, kesin bendim ergenlikteki.
Sonra gelmeyen belediye otobüslerinden, gece dönüşü çok uzun olacağından gidilmeyen tiyatrolardan ve gece çıkılmayan arkadaş toplantılarından sorumlu tuttum onu.
Uzaktı gerçekten artık, yeni bir kentte yaşanacak başka yakınlıkları arama vaktiydi.
Üniversiteden mezun olurken, adresi Ankara olan tek bir işe başvurmamıştım.
Otobüsle gittiğim ve karmaşasıyla acemiliğimi tescil eden İstanbul görüşmelerinden birinde, durumun farkına varmıştım. Neden şaşırmıştım ki? Oysa olur da vazgeçerim diye kasten pas geçmiştim Ankara seçeneğinin kutularını.
Artık yoktu kaçarım.
Yollandım İstanbul’a. Hatta Manchester’a. Sonra da Bursa’ya.
Eşimi bulunca, tekrar dönelim dedim İstanbul’a. Evlendik, maviyle, etkinlikle dolu metropole yerleştik. Birbirimize bakmaktan sıkılmaya başlayınca, haneye iki de çocuk ekledik.
Aralarda gitsem de, hep İstanbul’a dönüşünü sevdiğim yer oldu Ankara.
Ve Gökçe kendini bilmeye başladığı zaman, başka bir şey oldu. Ne Bodrum, ne Brüksel, ne Thassos favorisi olmadı kızımın. Hep kaçtığım, kaçmak için sebepler sakladığım kenti sevdi sevmek için.
Ankara’dan dönerken yaşadığım mutluluğu, kızımın ayrılış hüznü aldı.
İnsanın doğduğun yerin böyle bir eli oluyor yakanda. Gitsen de ötelere, seni çekiyor kendine, en beklemediğin anda.
YORUMLAR