Lambadan çıkan Zorba ruhu
Milattan sonra 2014 yılı, mevsimin bahara erken durduğu, senenin güdük çocuğu şubat ayından bir öğleden sonra. Herkesin çocukluğunda en az bir kere dinlediği şu cinli lamba masalındaki cin, insan kılığına bürünür ve Knidos’u gezmeye giden bir grup insanın karşısına çıkıverir. Üstelik tek değil, iki beden halinde… Elleri üzüm renginde, gülüşü dağların heybetinde biri, otlarla ve ateşle dost olmuş, her ikisinin de dilinden çok iyi anlayan diğeri… Knidos’a en yakın köye yerleşip, ölümlü birer insanoğlu kılığında dolaşır, dağları, tepeleri, yamaçları, hayvanları, otları, güneşi, ayı, ateşi ezbere bilirler. Medeniyet denen tek dişi kalmış canavarın kurallarına göre değildir oynadıkları oyun. Hem, bu dünyada yaşamak için seçtikleri ya da belki Tanrı’nın onları yaşamaları için gönderdiği yerin Knidos gibi olağanüstü bir medeniyetin yanıbaşı olması da tesadüf değildir.
Knidos gizdir, büyüdür, tarihtir, mittir, özgürlüktür, ışıktır, denizcilerin nesiller boyu özlemle andığı, kavuşmak, bir kez olsun görmek için yollarını değiştirdikleri bir medeniyettir, şifadır, tıptır, gizemdir, aşktır, ticarettir, şaraptır, Afrodit’tir, ihtişamdır, rüzgarlar arasında kalmış bir kenttir, Ege’dir, Akdeniz’dir, ikisinin birleşimidir, bu iki denizin Hermafrodit’idir. Bu medeniyet artık taşıyla, toprağıyla yaşamıyor olsa da coğrafyanın havasına, suyuna, toprağına, rüzgarına karıştırdıkları ölüme dahil değildir. Bir gelenin, nedenini bir türlü çözememesine rağmen bu topraklardan bir daha ayrılamamasına sebep havada, toprakta, suda, rüzgarda gezen gizdir.
Bu gizi varoluşlarının özü haline getirmiş bu iki adam o gün kanıyla, canıyla, ruhuyla yaşamaya, yaşamdan tat almaya dair bir fark yaratırlar karşılarına çıktıkları bu beş Knidos gezgininin hayatında. Tek bir gün ve toplasan beş-altı saattir zamanın ölçtüğü, lakin zamanı devre dışı bırakan olaylar vardır. Knidos’a giden, bir yanı deniz, bir yanı yemyeşil tepelerle kaplı kıvrımlı yolun kenarında denize karşı bağdaş kurup ateşin başında kümelenilen bir akşamüstünde, anlatılan hikayelerin, atılan kahkahaların, içilen şarapların içinde zaman yoktur.
Adamlardan biri sönmemesi için ateşle oynar sürekli. Ta bacağı içine girecek şekilde basar ateşin üzerine, elleriyle ateşin içinden sucukları alır, harlanması için hangi bitkiden bir parça koparıp üzerine atması gerektiğini çok iyi bilir. Ve yakmaz ateş onu. Dost olmuştur ateşle. Şaşıran, hayran olan gözlerimize karşı “benim işim bu” der sürekli. Bizim işten anladığımız içinde zorunluluk barındıran bir iş değildir kastettiği, “yapmayı en sevdiğim şeylerden biri” demenin başka halidir.
Güneş batar denizin üzerinde inanılmaz renkler bırakarak. Zaman ister istemez karışır zamansızlığın içine. Cinleri lambanın içine geri bırakmanın vaktidir. Sımsıkı kucaklayan, yanak değdirerek değil insan sıcaklığında öperek vedalaşan cinlerdir bunlar. Veda bir sonraki buluşmaya kadardır. Çünkü adı cin olsun, peri olsun, hikaye masal olsun, gerçek olsun, güzel insan bulunca onsuz yaşanmaz artık.
“Yaşamak mı, düşünmek mi/yaşamak mı, okumak mı” sorusunun üzerinden yazılmış en vurgun romandır “Zorba”. Kazancakis, başta kendi hayatı olmak üzere yaşamaktan geri durmuş tüm hayatları hallaç pamuğu gibi atar Zorba’nın kimliğinde. Sev der Zorba, nesi var sevmenin düşünülecek? Seviş der, gez der, kekik topla, ağaca çık, denizin dibine dal, hayvanlarla oynaş, korkma, bağır… Zorba’yı yeniden okumak gibiydi 2014’ün şubatında geçen o bir günün hikayesi.
Yaşamaktan yana atılan her adımın şerefine… Zorba’ya… Ama bu sefer en çok Yaşar’a ve Rıfat’a…
YORUMLAR