Sizce bir şehir nasıl çığlık atar?
Geçtiğimiz Nisan hayatıma bisikleti yeniden soktuğumdan beri öznelerimden biri rüzgar oldu. Her şeye bir isim takma meraklısı olmayan ben, arkadaşımın “ee adını ne koydun bisikletinin?” demesiyle boş boş bakmıştım yüzüne. Bir adı falan yoktu bisikletin. Fakat sonra düşününce olsa olsa rüzgar olur demiştim kendi kendime. Çünkü uzun yıllar sonra kendimi yeniden bisiklet üzerinde bulduğumda kurduğum ilk cümlelerden biri “rüzgarla yeniden tanışıyorum sanki” idi.
Bisiklet, yolları, yokuşları, çukurları, bitkileri, hatta bazı hayvanları yeniden keşfetmek olduğu kadar biraz da rüzgarı hissetmek. Yokuş aşağı bir rampada giderken yüzüne vuran, saçlarını uçuran rüzgarda herşeyden çok özgürlük var. İşte bu yüzden aylardır hayatımın öznelerinden biri rüzgar, hem iki teker olanı hem de saçlarımı uçuranı.
Bu duyguyu en iyi anlatanlardan biri sağır ve kör politik aktivist Helen Keller’ın sözleri… “Keyifli bir yürüyüşten başka en çok tandem bisikletimle bir gezintiden hoşlanırım. Rüzgârın yüzüme esişini ve demir atımın üzerindeki yaylanmayı hissetmek muhteşem bir duygu. Havanın içine doğru ani bir hücum, nefis bir güç ve neşe hissi veriyor; nabzımı dans ettiriyor, kalbime şarkı söyletiyor adeta”. Bir insanın kalbine şarkı söyleten şeyi bulmasından daha güzeli var mı?
Yaşadığım toprakları da besliyor rüzgar. En az güneş kadar, hava kadar, su kadar şekil veriyor. Knidos’u iki rüzgar arasında kalan kent diye anlatıyor Oktay Sönmez kitabında. Güney ve kuzey rüzgarlarının verdikleriyle beslenmiş asırlık medeniyetler... Zeytincilik ve şarapçılıkla geçiniyorlar. İkisinin de en çok sevdiği rüzgar… Nasıl bir güne uyandığımızın, günün renginin belirleyicisi hep rüzgar… Yani aslında demem o ki sadece benim değil, bu toprakların da öznesi rüzgar…
Geceleri uyurken hala açık buralarda kapılar, pencereler. Uyuduğum odanın penceresine uzanan erik ağacının dalları her sabah rüzgarın durumundan tekmil veriyor bana, esintinin şiddetine göre ya biraz daha uyumaya devam edeceğim ya da dışarıda şahane bir hava var, önce bisiklete atlayıp sonra da biraz yüzeceğim.
Rüzgarı bu kadar yaşar ve düşünürken rüzgarsız kalan bir şehrin resmi düşüyor telefon ekranıma. Bir arkadaşım on yıl önce arkadaşlığımızın ilk başladığı yıl Beşiktaş’ta gölgesine bayıldığımız bir ağacın o gün yol yapımı için kesilişinin fotoğrafını yolluyor bana. Yasının yasım olacağını biliyor. Sadece bir üzüntü işaretiyle paylaşıyor resmi. Ne denir ki? Sözlerin bir anlamı mı kaldı?
Şimdi bir dolu ağaç var etrafımda, altlarında rüzgarın sesini dinlediğim. Her birini en az Beşiktaş’taki o ağaç kadar seviyorum. Rüzgarsız ve ağaçsız bırakılmış uzaktaki şehrimi düşünüyorum. Haberin ertesi günü deli bir fırtına kopuyor, çatılar, tabelalar uçuyor, iskeleler çöküyor, İstanbul darmaduman. Rüzgar geçiyor İstanbul’un içinden. Kızgın bir rüzgar… Sizce bir şehir nasıl çığlık atar? Hala duymuyor musunuz?
YORUMLAR