Ben Türkçe’yi pat-küt bilirim
Kışın geldiğinde mesele değildi ama yazları utanırdım. Kapı pencere açık olduğu için sesi her yerden duyulurdu. İçeri sokamazsın, sus diyemezsin. Daha fenası onunla beraber babamın sesi de sokağa taşardı. Seksek oynarken arkadaşlarım sorardı: “Siz Kürt müsünüz?” “Yo-ooo” derdim. Acımasız çocuk alaycılığıyla ısrar ederlerdi: “O zaman niye baban halanla Kürtçe konuşuyor?” “İyi de senin babaannen de Arnavutça’dan başka dil bilmiyor” demek aklıma gelmezdi.
O yıllarda İdealtepe’de kadınlar güne giderken arkadan yırtmaçlı kumaş etekleri üzerine kendinden kravatlı bluzlarını giyer, altı silinmiş topuklu ayakkabılarıyla koltuklara kurulur, ev sahibesinin kendileri için kendi elleriyle yaptığı hamur işlerini ikram etmesini beklerlerdi. Tokalon nemlendiriciyle kakaolu kek kokusunun hakim olduğu ortama çatal bıçak sesleri karışır, tabaklar iştahla boşalırken çoluk çocuktan konu açılırdı. “Ayy Nevriyanım şahane olmuş valla” derken biri sorardı: “Aynur Hanım, Ceyhun’un askerlik işi ne oldu?” “Tecil ettirdi.” “Aman iyi etmiş. Ortalık karışık.” “İyi etti tabi, gidip de Kürtler’i mi koruyacak!” Yer, akrabaları Kürtçe konuşan komşunun evi. Damağınla dilin arasında kendinden geçerek erittiğin lokma, Kürt işi mercimek köftesi. En hafifinden nezaketsizsin “Cevriyanım”.
Göçmen komşular, herhalde daha beyaz olduklarından kendilerini daha bir Türk hissederlerdi. Onlar rahat rahat “Yugoslav kökenli Türk” olduklarını söylerlerdi de bizim evde “Kürt kökenli Türküz” lafı hiç duyulmazdı. “Biz Kürt müyüz?” diye sorardım bazen. On iki yaşında başladığı ilkokulda Türkçe öğrenen babam, yıllar sonra habere gittiğim Doğu ve Güneydoğu’da defalarca duyacağım açıklamayı yapardı: “Biz aslında Türkmen’iz. Ama Kürtler’in yanına göçüp onlarla yaşamaya başlayınca Türkçe’yi unutmuşuz.” Annem, her defasında evlendikten sonra Kürtçe öğrenmek zorunda kaldığını hatırlatıp gururla “Ben Zazayım” derdi. İki dili konuşarak büyümüştü.
Ama ikisi de evde sadece Türkçe konuştukları için biz dört kardeş başka dil öğrenememiştik. Bu yüzden halam birkaç senede bir bize geldiğinde hal hatır bile soramazdık birbirimize. Bana ağlayarak bir şeyler söylediğinde dönüp babamın yüzüne bakardım. “Ne kadar büyümüş diyor” derken onun da gözleri dolardı. Halam beni göğsüne bastırmak isterken bir an önce mutfağa kaçmak isterdim. O bizde kaldığı sürece her şey iki dilde iki kere tekrar edilirdi. Bir defasında annem aracılığıyla neden yanında oturmadığımı sormuştu halam. “Türkçe bilmiyorsun ki” deyince kırılmış, “Ya” demişti, “ben Türkçe’yi pat-küt bilirim.”
Otuz yıl geçti aradan. Halamla hâlâ konuşamıyoruz.
Kim kabahatli? Anadili Kürtçe olan halam mı? Halama bildiği tek dili öğreten babaannem mi? Kürtçe bilmediğim için ben mi? Çocuklarına sadece Türkçe öğreten annemle babam mı?
Bir ülkede aralarında kan bağı bulunan, birinci dereceden iki akraba tercüman olmadan konuşup anlaşamıyorsa ortada bir yanlış vardır.
Geçen pazartesi okullar açıldı. Diyarbakır’da Kürtçe eğitim vermek isteyen bir okulun kapısına aynı gün mühür vuruldu. Sonra da akşamüzeri ortalık gaza boğuldu.
Halayla yeğenini konuşturmayan akıldır o mührü o okulun kapısına vuran, çocukların ilk gün sevincini kursağında bırakan. O mühür o gün o okulun kapısına değil, kalplere vuruldu.
Çocuk kalbi kırılmaya gelmez. Büyür de bir gün, kalp kırmaktan çekinmez.
Ülkeler de içinde yaşayanlar annelerinden öğrendikleri dili konuştular diye bölünmez, konuşamazlarsa bölünür.
Tarihin yalancısıyım.
YORUMLAR